AleviSesi

Alevilik, Hz. Ali (a.s)'ın yolundan gitmektir.

Haberler

Dinin Kemali; Gadir-i Hum

Evrensel İslâm hareketi, Kureyş’in hatta tüm Arap yarım adası putperestlerinin muhalefet ve savaşıyla başladı. Onlar bu ilâhî meşaleyi söndürmek için çeşitli entrikalara teşebbüs ettiler; fakat bu yolda ne kadar çok çaba sarf ettilerse o kadar az netice aldılar. Onların son ümidi, Peygamber’in ölümüyle bu hareketin yok olması ve Peygamber’den önce yaşamış olan bazı kimselerin daveti gibi zayıflamaya yüz tutması idi.[1]

Birçok ayette putperestlerin entrikalarını yansıtan Kur’an-ı Kerim, onların, Hz. Peygamber’in (s.a.a) ölümü hakkındaki düşüncelerini, aşağıdaki ayetin zımnında yansıtmıştır:

Yoksa senin için şöyle mi diyorlar: ‘Şairdir; zamanın ölüm getiren felaketine çarpılmasını bekliyoruz.’ De ki: ‘Bekleyin; doğrusu sizinle beraber ben de bekleyenlerdenim.’ Acaba bunu onlara hayalleri mi emrediyor yoksa bunlar azmış bir topluluk mu?[2]

Şimdilik, düşmanının tüm plânlarının bir biri ardınca nasıl bozulduğu ve İslâm’ın nüfuzunu engelleyemediği üzerinde durmak istemiyoruz. Şu an üzerinde durmak istediğimiz, Peygamber’den (s.a.a) sonra İslâm’ın payidar kalışının nasıl güvence altına alınacağı meselesidir. Burada ele alıp üzerinde duracağımız iki yol var:

a) İslâm ümmetinin fikrî ve aklî gelişimi, Hz. Peygamber’in (s.a.a) ölümünden sonra, temelleri yeni atılmış İslâm’a tıpkı peygamberlik dönemindeki gibi rehberlik edecek ve her türlü sapmadan koruyabilecek ve gelecek nesilleri doğru yola sevk edebilecek düzeyde olmalıydı.

Hz. Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra ümmetin rehberliği, maalesef Müslümanların genelinde bulunmayan şartları gerektirmekte idi. Şu an bu şartları konu etmenin yeri ve zamanı değil; fakat özetle şunu söyleyebiliriz ki, bir milletin kalbinde oluşacak köklü değişim ve çok yönlü gelişim, bir iki günlük veya birkaç yıllık iş değil; hareketini sabit, daimi ve sağlam bir inanç sistemi şeklinde ebedîleştirmek isteyen devrimci bir insan, bu hedefine kısa sürede ulaşamaz. İnkılâbın payidarlığı ve takipçilerinin kalbine, inkılâbın kurucusunun ölümünden sonra geriye adım atmayacak, eski adetlerine ve atalarının gelenek ve ahlâk anlayışına geri dönmeyecek şekilde yerleşmesi, bir neslin sona erip, yerini, ilk günden itibaren İslâmi ahlâk ve adapla yetişen yeni bir nesle bırakana kadar, hareketin yönetimini ele alıp dâhiyane taktiklerle ve sürekli tebligatla toplumu her çeşit istenmeyen eğilimlerden koruyacak seçkin kişilere bağlıdır.

Semavi dinler arasında İslâm’ın ayrı bir özelliği vardı ve İslâm’ın devamlılığı için böyle seçkin insanların varlığı gerekliydi. Zira İslâm Dini, sosyal ve ahlâkî düzen ve sair kültürel açıdan fevkalade mahrumiyet içinde yaşayan dünyanın en geri kalmış insanları arasında ortaya çıktı. Dinî sünnetlerden, atalarından öğrendikleri Hac merasimi dışında hiçbir şeye aşina değillerdi. Hz. Musa ve İsa’nın öğretileri, onların diyarına nüfuz etmemiş; Hicaz halkının ekseriyeti bundan habersizdi. Buna karşılık cahiliye adet ve inançları kalplerine kök salmış ve ruhlarıyla yoğrulmuştu.

Bu tür milletler arasında her çeşit dinî inancın kolayca ortaya çıkması mümkündür; ama onları inhiraf ve geri kalmışlıktan koruması için o inancın bu tür milletler arasında korunması ve devamlılığının sağlanması, büyük çaba ve murakabeler gerektirir.

Müslümanların savaşın ortasında Peygamber’in etrafından dağıldığı ve O’nu tek başına bıraktıkları Uhud ve Huneyn Savaşının acı olayları ve sarsıcı sahneleri, sahabenin, akli ve iman gelişimi açısından, Peygamber’in (s.a.a) Müslümanların idaresini onlara bırakarak, düşmanın, kendisinin ölümüne dayalı son plânını bozacak hadde ulaşmadığının açık delilidir.

Evet, hilâfetin ümmete havale edilmesi, Peygamberi tatmin edemezdi; başka bir çare düşünülmeliydi.

b) İslâm’ın devamı ve bekasının doğru yolu; İslâm’ın usul ve füruna iman ve itikat açısından Peygamber (s.a.a) gibi liyakati olan bir ferdin Allah tarafından önder olarak seçilmesi, böylece güçlü imanı, geniş ilmi, hata ve sapmadan masun oluşunun gölgesinde, dinin rehberliğini yüklenip payidarlığını güvence altına almasıdır.

Bu, Şia mektebinin doğruluk ve sağlamlığını savunduğu konudur ve pek çok tarihî delil şahitlik etmekte ki, Peygamber (s.a.a) hicrî 10. yılın zilhicce ayının 18 inde Veda Haccı’ndan dönerken bu zor düğümü çözmüş ve Allah tarafından tayin edilen vasi ve halifesini ilân ederek İslâm’ı ebedîleştirmiştir.

İmamet Hakkında İki Görüş

Şia’ya göre hilâfet, İslâm ümmetinin en liyakatli ve bilgili ferdine Allah tarafından verilen ilâhî bir makamdır. İmam ile peygamber arasındaki fark şu ki; Peygamber, şeriatın kurucusu, vahyin muhatabı ve bir kitap sahibidir; buna karşılık imam, belirtilen bu özelliklerin hiçbirisine sahip olmamasına rağmen, hükümet ve yöneticilik görevinin yanı sıra, peygamberin fırsat bulamamasından veya şartların namüsaitliğinden dolayı beyan etmeye muvaffak olamadığı ve bu yüzden beyan etmeyi vasilerine bıraktığı meseleleri açıklama görevini de yapmaktır.

Öyleyse Şia’ya göre halife, sadece zamanın hâkimi, Müslümanların yöneticisi, kanunların icracısı, hukukun koruyucusu ve ülke sınırlarının bekçisi değil; müphem noktaların ve zor dinî meselelerin aydınlatıcısı ve bazı sebeplerden dolayı dinin kurucusu tarafından beyan edilmemiş hüküm ve kanunların tamamlayıcısıdır.

Fakat Ehlisünnet âlimlerine göre hilâfet geleneksel ve alelade bir makamdır ve bu makamın hedefi, zahiri önderliğin ve Müslümanların maddî işlerinin korunup gözetilmesinden başka bir şey değildir. Zamanın halifesi, kamuoyuna başvurma yoluyla, siyasî, iktisadi ve kanuni işlerin idaresi için seçilir; bunun dışındaki işler ve Peygamber’in (s.a.a) zamanında kısaca teşri edilmiş fakat bazı sebeplerden dolayı Peygamber’in (s.a.a) beyan etmeye muvaffak olamadığı hükümler ise, içtihat yoluyla halletmeleri için İslâm ulemasına havale edilmiştir.

Demek ki hilâfetin hakikati hakkındaki görüş ayrılığı, Müslümanlar arasında iki farklı kanat ortaya çıkardı ve onları iki gruba böldü ve bu ihtilâf günümüze kadar süregeldi.

Birinci görüşe (Şia) göre, imam bazı şeylerde peygamber ile aynıdır ve peygamberlik için gerekli olan şartlar, imamet için de gereklidir. Şimdi bu şartları açıklayalım:

1- Peygamber masum olmalı, yani ömrü boyunca günah işlememiş, dinin hakikat ve hükümlerini beyan etmede ve halkın dinî sorularına cevapta hataya düşmemiş olmalıdır. İmam da böyle olmalı ve her iki tarafın da delili aynıdır.

2- Peygamber, dinin en bilgini olmalı ve dinin hiçbir noktası kendisine gizli kalmamalıdır. İmam da, Peygamber zamanında beyan edilmemiş meselelerin açıklayıcısı ve tamamlayıcısı olduğundan, dinî mesele ve hükümlerde en bilgin fert olmalıdır.

3- Nübüvvet, tayine (Allah tarafından) dayalı bir makamdır; seçime değil ve peygamberi Allah seçmeli ve Allah tarafından nübüvvet makamına atanmalıdır. Zira sadece O’dur masumu gayr-i masumdan ayırt edebilen ve gaybî yardımlar sayesinde dinin bütün teferruatına vakıf olma makamına ulaşan kimseyi tanıyan.

Bu üç şart Peygamber’de geçerli olduğu gibi, İmamda (peygamberin halifesinde) da geçerlidir.

Fakat ikinci görüşe (Ehlisünnet) göre, nübüvvetin şartlarından hiçbirisi imamette gerekli değil. Ne masumluk, ne adalet; ne ilim, ne dine tam tasallut; ne tayin ve ne de gayb âlemiyle irtibat; kendi aklı ve Müslümanlarla meşveret ederek İslâm’ın azamet ve önderliğini koruması, ceza kanunlarını icra ederek emniyeti sağlaması ve cihada davetle İslâm topraklarını genişletmeye çaba sarf etmesi kâfidir.

Şimdi bu meseleyi (imamet makamı Allah tarafından mı verilen, yoksa seçime dayalı bir makam mıdır? Ve acaba Peygamber’in, halifesini şahsen tayin etmesi mi yoksa ümmete bırakması mı gerekiyordu?) toplumsal değerlendirmelerle halletmeye çalışacağız ve muhterem okuyucular anlamış olacaklar ki, Hz. Peygamber döneminin toplumsal, kültürel ve özellikle siyasal durumu, kendisi hayatta iken halifelik meselesini halletmesini ve bu işi ümmetin seçimine bırakmamasını gerektiriyordu.

İslâm Dini’nin evrensel ve son din olduğu, Hz. Peygamber (s.a.a) hayatta iken Müslümanların rehberliğini kendisinin üstlendiği ve kendisinden sonra rehberlik makamının, ümmetin en liyakatli ferdine bırakılması gerektiği konusunda şüphe yoktur. Peygamberden sonra hilâfetin nassa dayalı mı yoksa seçime dayalı bir makam mı olduğu konusunda iki görüş vardır:

Şia, hilâfet makamının nassa dayalı olduğuna ve Allah tarafından tayin edilmesi gerektiğine inanırken, Ehlisünnet bu makamın seçime dayalı olduğuna ve ümmetin, Peygamber’den sonra ülke işlerinin idaresi için birini seçmesi gerektiğine inanır. Her iki taraf kendi görüşü için akait kitaplarında geçen deliller sunmuşlardır. Fakat burada konu edilmesi gereken, iki görüşten birini doğrulayabilecek olan asr-ı saadete hâkim durumun tahlil ve incelemesidir.

İslâm’ın asr-ı saadetteki iç ve dış siyaseti, Peygamber’in halifesinin, Allah’ın emri ile bizzat Peygamber tarafından tayinini gerektirmekte idi. Zira İslâm toplumu sürekli bir tehlike üçgeniyle yani Roma, İran ve münafıklar tarafından savaş, fitne ve ihtilâf ile tehdit ediliyordu. Aynı zamanda İslâm ümmetinin maslahatı, Peygamber’in, siyasî rehberi tayin etmekle, dış düşman karşısında bütün ümmeti tek bir safta toplamasını ve düşmanın nüfuz ortamını ve tasallutunu –ki iç ihtilâflar da bu duruma yardım etmekteydi- yok etmesini gerektiriyordu. Konuyu biraz daha açalım:

Bu tehlikeli üçgenin bir köşesini Roma imparatorluğu teşkil etmekteydi. Arap yarımadasının kuzeyinde yer alan bu büyük güç, Peygamber’in (s.a.a) fikrini devamlı hatta ölüm anına dek meşgul etti. Müslümanların Hıristiyan Roma ordusuyla ilk askeri savaşı, hicrî 8. yılda Filistin’de gerçekleşti. Bu savaş, İslâm ordusundan üç büyük komutan; Cafer-i Tayyar, Zeyd b. Haris ve Abdullah b. Revaha’nın şahadeti ve İslâm ordusunun yenilgisiyle sonuçlandı.

İslâm ordusunun küfür ordusu karşısında geri çekilmesi, Kayser ordusunu cesaretlendirdi ve körpe İslâm hükümetinin merkezinin her an bir saldırıya maruz kalacağı korkusu hüküm sürdü. Bu yüzden Peygamber (s.a.a) her tür askerî çarpışmayı şahsen komuta edebilmek adına, hicrî 9. yılda büyük bir ordu ile Şam sınırlarına doğru hareket etti. Zorluk ve zahmetlerle dolu bu seferde İslâm ordusu eski izzet ve şerefini elde etmeyi başardı; fakat bu nispî zafer Hz. Peygamber’i ikna etmedi ve hastalanmadan birkaç gün önce İslâm ordusunu Üsame b. Zeyd komutasında Şam sınırlarına gitmek üzere görevlendirdi.

Üçgenin ikinci köşesi İran İmparatorluğu idi. Bildiğiniz gibi İran hükümdarı öfkesinden Hz. Peygamber’in (s.a.a) göndermiş olduğu mektubu yırtmış, elçisini büyük bir küstahlık ile sarayından ve ülkesinden kovmuş hatta Yemen valisine, Hz. Peygamber’i tutuklaması, direnmesi durumunda öldürmesine dair bir mektup yazmıştı.

Hüsrev Perviz, Peygamber (s.a.a) zamanında öldüyse de, Yemen’in bağımsızlık konusu –ki yıllarca İran’ın sömürgesi olmuştu- İran hükümdarlarının dikkatinden uzak değildi; kibir ve gurur, İran siyasetçilerinin böyle bir gücün varlığına tahammül etmesine asla izin vermiyordu.

Üçüncü tehlike ise, Müslümanlar arasında sinsice faaliyet gösteren münafıklar grubu idi. Bunlar Peygamberi Tebük Medine yolunda suikastla öldürmeye kadar ileri gitmişti. Bazıları Peygamber’in ölümüyle İslâmiyet’in son bulacağı ve rahata kavuşacakları hayalini taşıyordu.[3]

Hz. Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra, Ebu Süfyan alçak bir plâna başvurdu ve Hz. Ali’ye biat etme yoluyla Müslümanları iki karşıt gruba bölmek ve bulanık sudan yararlanmak istedi. Fakat onun bu alçak emelini bilen Ali (a.s), ret cevabı vererek şöyle söyledi: “Allah’a andolsun ki, senin fitne ve fesat çıkarmaktan başka hedefin yok ve sadece bugün değil, defalarca fitne çıkarmak istedin. Bil ki benim sana ihtiyacım yok.”[4]

Münafıkların fitne ve bozgunculukları o kadar güçlüydü ki, Kur’an-ı Kerim Âl-i İmran, Muhammed, Nisâ, Mâide, Enfâl, Tevbe, Ankebût, Ahzab, Fetih, Mücadele, Hadîd, Münafıkûn ve Haşr Surelerinde onlardan bahsetmektedir.

Öyle ise İslâm’a karşı pusuya yatmış böylesine güçlü düşmanlar varken, İslâm Peygamberi’nin (s.a.a), yeni oluşmuş İslâm toplumu için kendinden sonra dinî, siyasî ve… bir önder tayin etmemesi doğru olur muydu? Toplumsal değerlendirmeler açıkça ortaya koymakta ki, Hz. Peygamber’in (s.a.a), rehber (İmam) tayin etmekle, kendisinden sonra ortaya çıkabilecek her türlü ihtilâfın önünü alması ve sağlam bir savunma hattı oluşturarak İslâmî vahdeti sigortalaması gerekiyordu. Her tür tatsız olayın ve Resul-i Ekrem’in vefatından sonra her grubun ‘Halife bizden olmalı’ söyleminin önlenmesi, rehberin önceden tayin edilmesinden başka bir yolla mümkün olamazdı.

Bu toplumsal değerlendirme bizleri, “Peygamber’den sonra rehberlik makamının nassa dayalı olduğu” görüşünün doğruluk ve sağlamlığına yönlendirmektedir. Belki de bu ve benzeri sebeplerden dolayı Hz. Peygamber, bi’setin ilk günlerinden hayatının son anına kadar, sürekli halifelik meselesini beyan etmiş ve kendi halifesini, hem peygamberliğinin başlangıcında ve hem de sonunda belirlemişti. Şimdi her iki bölümün izahına geçelim:

Birinci görüşün (Şia’nın görüşü) doğruluğunu kesinleştiren aklî ve felsefî deliller ve toplumsal değerlendirmeler bir yana, Peygamber’den (s.a.a) naklolunan rivayet ve hadisler, Şia ulemasının görüşünü doğrulamaktadır. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) peygamberliği döneminde defalarca vasi ve halifesinin kim olduğunu tayin etmiş ve imamet konusunu seçim ve genel kanaat sahasının dışına taşımıştır.

Vasisini sadece ömrünün sonlarında değil, yüz kişiden başka kimsenin kendisine iman etmediği peygamberliğinin başlangıcında da halka tanıtmıştı.

Allah tarafından, yakın akrabalarını ilâhî azapla korkutmak ve umumî davetten önce onları İslâm Dini’ne davet etmekle görevlendirildiği gün, Haşim oğullarının büyüklerinden kırk beş kişinin bulunduğu toplantıda şöyle buyurdu:

İçinizden bana ilk yardım edecek kimse, kardeşim, vasim ve sizin aranızdaki vekilim olacak. Aralarından Ali (a.s) ayağa kalkıp Peygamber’in resûllüğünü tasdik ettiği zaman Peygamber (s.a.a) oradakilere şöyle buyurdu: “Bu genç, benim kardeşim, vasim ve vekilimdir.”

Bu hadis, müfessirler ve hadisçiler arasında “Hadis-u Yevm’ud-Dar” ve “Hadis-u Bed’ud-Davet” adıyla meşhurdur.

Peygamber (s.a.a) sadece resûllüğünün başlangıcında değil, çeşitli münasebetlerle Hz. Ali’nin imam ve halife olduğunu açıklamıştır. Fakat hiç biri azamet, sarahat, kesinlik ve umumiyet açısından “Gadir-i Hum” hadisi ölçüsünde değil. Şimdi Gadir-i Hum olayını tafsilatıyla zikredelim

***

Gadir-i Hum Vakıası

Hz. Peygamber (s.a.a) hicretin 10. yılında hac farizası ve merasimini yerine getirmek için Mekke’ye doğru hareket etti. Bu hac merasimine, Peygamber’in (s.a.a) ömrünün son yılına tekabül ettiği için “Veda Haccı” denildi. Peygamber’le beraber yolculuk yapma veya hac merasimini öğrenmek şevkiyle veda haccına katılanların sayısı 120.000 olarak tahmin edilmektedir.

Hac merasimi sona erdi ve Peygamber (s.a.a), Mekke’de kendisine katılanlar haricinde, beraberindeki kalabalık bir grup ile Medine’nin yolunu tuttu. Kafile “Cuhfe”[5] ye üç mil uzaklıktaki Gadir-i Hum denen susuz bir yere vardığı vakit, Cebrail nazil oldu ve Hz. Peygamber’e durma emrini iletti. Bunun üzerine Peygamber, herkesin durmasını ve geride kalanların kendilerine ulaşmasını emretti.

Kafiledekiler, Peygamber’in (s.a.a) bu susuz bölgede, gün ortasında ve kavurucu sıcak altında ansızın durmasına şaşırdı. İnsanlar kendi kendilerine şöyle diyorlardı: Allah tarafından büyük ve önemli bir emir gelmiş olsa gerek; yoksa bu zor şartlar altında herkesi durdurup Allah’ın emrini iblâğ etmek için toplamazdı.

Allah’ın emri aziz Resulü’ne aşağıdaki ayetle nazil oldu:

Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah, küfre batmış topluluğa kılavuzluk etmez.[6]

Ayetin içeriğine dikkat, bizi şu gerçeklere hidayet eder:

Evvelâ, Peygamber’in (s.a.a) iblâğ etmekle görevlendirildiği emir, öylesine mühimdi ki, eğer Peygamber (s.a.a) (farz-ı muhal) emrin ulaştırılmasında korkuya düşüp iblâğ etmeseydi, ilâhî elçilik görevini yerine getirmemiş olacaktı; hâlbuki bu görevi yerine getirmekle peygamberliği kemale erecekti.

Diğer bir tabirle, “Rabbinden sana indirileni tebliğ et!” emrinden maksat, Kur’an ayetlerinin tümü ve İslâmî düsturlar değil. Zira Peygamber’in, ilâhî emirlerin tümünü iblâğ etmediği takdirde, peygamberlik görevini yapmamış olacağı bellidir ve böylesine açık bir gerçeğin ayet nüzulüne ihtiyacı yoktur. Demek ki ayetin maksadı, iblâğ edilmesi, peygamberliğin tamamlayıcısı olacak, iblâğ edilmedikçe hassas peygamberlik görevi kemale ermeyecek özel bir emrin tebliğ edilmesidir. Dolayısıyla görev konusu, diğer İslâmî usul ve füru ile bağlılığı olan ve Allah’ın birliği ve Peygamber’in resûllüğünden sonra en önemli mesele sayılacak mühim İslâmi esaslardan biri olmalı.

İkinci olarak, toplumsal değerlendirmeler açısından Peygamber, bu görevi yerine getirme yolunda insanlardan zarar görebileceğine ihtimal veriyordu; onun için Allah, Peygamber’in iradesini güçlendirmek için şöyle buyurmuştur: “…Allah seni insanlardan korur…

Şimdi İslâm müfessirlerinin, görev konusunun belirlenmesi bağlamında verdikleri ihtimaller arasından hangisinin ayetin içeriğine daha yakın olduğuna bakmak gerekir.

Şia hadisçileri ve ayrıca Ehlisünnet’ten otuz büyük hadisçi,[7] bu ayetin Gadir-i Hum’da nazil olduğunu ve Allah’ın Hz. Ali’yi müminlerin mevlâsı olarak tanıtması için Hz. Peygamber’e görev verdiğini kabul etmektedir.

‘Peygamber’den sonra İmam’ın velâyet ve halifeliği, iblâğ edilmesi peygamberliğin tamamlayıcısı, iblâğından kaçınılması ise peygamberlik görevinin eksikliği sayılabilecek hassas ve çok önemli konulardan biriydi’ demek yerinde bir söz olur. Ayrıca toplumsal ve siyasî değerlendirmeler açısından Peygamber’in korku ve endişeye kapılmasının da yeri vardı. Zira henüz 33 yaşında olan Hz. Ali’nin hilâfetini kabul etmek, kendisinden yaşça daha büyük olan kimselere çok ağır gelecekti.[8] Aynı zamanda Peygamber’in etrafında toplanmış olan bu kimselerin akrabalarından çoğunun kanı, savaşlarda Hz. Ali tarafından dökülmüştü ve böyle birinin hilâfeti, kin besleyen insanlara çok zor gelecekti.

Buna ilaveten, Hz. Ali Peygamber’in amcasının oğlu ve damadı idi ve hilâfete böyle birinin tayin edilmesi, dar görüşlü insanların nazarında bir nevi akrabalık taassubu olarak algılanacaktı.

Fakat bu namüsait ortamlara rağmen, Allah’ın hikmetli iradesi, dininin payidarlığını, Hz. Ali’nin imametiyle garanti altına almaya taalluk etti ve Peygamber’inin cihanşümul resûllüğünü, O’ndan sonraki rehberi tayin etmekle tekmil etmek istedi.

***

Şimdi Gadir-i Hum vakıasına devam edelim.

Zilhicce ayının on sekizi, öğle vaktinin kızgın ve kavurucu güneşi Gadir-i Hum toprakları üzerinde parlıyordu. Tarihe sayıları 70.000 ila 120.000 arasında geçen, şiddetli sıcaktan cüppelerini ikiye bölüp yarısını başlarının üzerine koyan diğer yarısını da ayaklarının altına seren ve Allah Resulü’nün emriyle o bölgede duran kalabalık bir grup, o günün tarihî hâdisesine şahit olmayı beklemekteydiler.

O hassas anda öğle ezanı tüm sahrayı kapladı ve müezzinin tekbir nidası yükseldi. Oradakiler öğle namazını eda etmek için hazırlandılar. Peygamber, Gadir-i Hum topraklarının benzerine şahit olmadığı muhteşem bir topluluk ile öğle namazını kıldı; daha sonra topluluğun ortasına gelip deve semerlerinden hazırlanan yüksek bir minbere çıkıp yüksek sesle aşağıdaki hutbeyi irat etti:

Övgü Allah’a mahsustur. O’ndan yardım istiyoruz; Ona inanıyor ve Ona tevekkül ediyoruz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden, doğru yoldan sapanlar için ondan başka hidayetçi ve yol gösterenin olmadığı ve hidayet ettiğini kimsenin saptıramayacağı Allah’a sığınıyoruz. Şahadet ediyoruz ki O’ndan başka ilah yoktur ve Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. Ey insanlar! Hakkın davetine lebbeyk deyip aranızdan ayrılmam pek yakındır. Ben sorumluyum; sizler de sorumlusunuz. Benim hakkımda ne düşünüyorsunuz?

Peygamber’in ashabı şöyle dediler: “Şahadet ediyoruz ki sen Allah’ın dinini tebliğ ettin; bize karşı hayırhah olup nasihatte bulundun ve bu yolda çok uğraştın. Allah sana mükâfatını versin.”

Kalabalığa yeniden bir sessizlik hâkim olunca, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu:

Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna, cennet, cehennem ve ölümün hak olduğuna, kıyamet gününün bir gün mutlaka gelip çatacağına ve Allah’ın ölüp toprağa karışanları dirilteceğine şahadet etmiyor musunuz?

Ashap: “Evet, evet, şahadet ediyoruz.”

Hz. Peygamber (s.a.a) devam etti:

Ben aranızda iki değerli şey emanet bırakıyorum; onlara karşı nasıl davranacaksınız?

İçlerinden biri sordu: “Bu iki değerli şey nedir?”

Hz. Peygamber (s.a.a) buyurdu:

Büyük emanet, bir tarafı Allah’ın, diğer tarafı sizin elinizde olan Allah’ın kitabıdır. O’nun kitabına sıkıca sarılın ki sapmayasınız. Küçük emanet ise itretim ve Ehlibeyt’imdir. Allah bana bu iki emanetimin kıyamete dek birbirinden ayrılmayacağını haber verdi. Ey insanlar! Allah’ın kitabı ve Ehlibeyt’imden öne geçmeyin ve o ikisinden de geri de kalmayın ki helâk olmayasınız.

Bu sırada Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’nin elini tutup, koltuk altının beyazlığı herkese aşikâr olacak kadar yukarı kaldırdı. Herkes Ali’nin Peygamber’in yanında durduğunu görmüş; kim olduğunu tanımış ve bu toplanmadan maksadın, Hz. Ali ile ilgili bir mesele olduğunu kavramıştı. Büyük bir merakla Peygamber’in ne söyleyeceğini bekliyorlardı.

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

Ey insanlar! Müminlere kendilerinden daha evlâ olan kimdir?

Peygamber’in ashabı şöyle dediler: “Allah ve Resulü daha iyi bilir.”

Peygamber (s.a.a) şöyle devam etti:

Allah, benim Mevlâ’m; ben müminlerin mevlâsıyım; ve onlara kendilerinden evlâyım. Ey İnsanlar! Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.

Resul-i Ekrem (s.a.a) bu son cümleyi üç defa tekrarlayıp[9] daha sonra şöyle devam etti:

Allah’ım, Ali’yi seveni sev, düşman olana düşman ol. Allah’ım, Ali’ye yardım edene yardım et, düşmanlarını hakir ve zelil eyle ve Ali’yi hakkın mihveri kıl. Burada olanlar, olmayanlara haber versin ve başkalarını bundan haberdar etsin.

O büyük kalabalık daha dağılmadan vahiy meleği nazil oldu ve aziz Peygamber’e, Allah’ın bugün dinini kemale erdirdiği ve nimetini müminlere tamamladığı müjdesini verdi.[10]

O sırada Peygamber’in tekbir sesi yükseldi ve şöyle buyurdu:

Allah’a şükrediyorum ki, dinini kâmil etti, nimetini tamamladı, peygamberliğimden ve benden sonra Ali’nin velâyetinden hoşnut oldu.

Peygamber (s.a.a) aşağı indi. Ashap grup-grup Hz. Ali’yi tebrik ediyor; kendilerinin ve kadın-erkek tüm müminlerin mevlâsı olduğunu itiraf ediyorlardı. Bu arada Peygamber’in şairi Hassan b. Sabit, bu büyük tarihî olayı muhteşem bir şiirle ebedîleştirdi. Bu şiirin iki beytinde şöyle der:

Buyurdu Peygamber Ali’ye kalk ya Ali

Razı oldum benden sonra imam ve kılavuz olmana

Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsı

Olun öyleyse Ali’ye gerçek dost ve takipçi[11]

Buraya kadar yazılanlar, Ehlisünnet kaynaklarında nakledilen bu büyük tarihî olayın özetidir. Bu olay Şia kaynaklarında daha geniş bir biçimde beyan edilmiştir. Merhum Tabersî, İhticac[12] adlı kitabında Peygamber’den geniş bir hutbe nakletmiştir; arzu edenler kitaba müracaat edebilir.

Gadir-i Hum Olayı Asla Unutulmayacak

İlahî irade, tarihî Gadir-i Hum olayının bütün asırlarda kalplerde canlı, kitaplarda yazılı olarak kalmasına, her asır ve zamanda Müslüman yazarların tefsir, hadis, kelâm ve tarih kitaplarında bu olaydan bahsetmelerine, âlimlerin vaaz ve hitabelerinde bu konuda konuşmalarına ve bu olayı Ali’nin (a.s) inkâr edilemez faziletlerinden saymalarına taalluk etmiştir. Sadece bunlar değil, birçok şair de bu olaydan ilham almış, edebî yönünü, bu konuda düşünmek ve velâyet sahibine karşı ihlâsıyla alevlendirmiş ve en güzel dizeleri çeşitli tür ve dillerde hatıra bırakmışlardır.

Bu açıdan Gadir-i Hum olayı gibi, hadis, tefsir, kelâm, felsefe, hitabet, şiir, tarih ve siyer bilginlerinin teveccüh ve inayetine muhatap olmuş çok az tarihî olay olmuştur.

Bu hadisi ebedî kılan nedenlerden biri, bu olay hakkında inen iki ayettir[13] ve Kur’an’ın baki kalacağı güne kadar bu tarihî olay da baki kalacak ve zihinlerden silinmeyecektir.

Müslümanlar geçmiş asırlarda bu olayı dinî bayramlardan biri olarak kabul ediyordu ve Şiîler bugün de bayram kabul etmekte ve diğer dinî bayramlarda olduğu gibi merasimler düzenlemektedir.

Tarihi incelediğimizde, zilhicce ayının 18. gününün Müslümanlar arasında Gadir Bayramı diye bilindiğini görmekteyiz; öyle ki, İbn-i Hallikan, Muste’la b. Mustansır hakkında şöyle diyor: Hicrî 487 yılında Gadir Bayramı’na tekabül eden zilhicce ayının 18. günü halk ona biat etti.[14] Yine el-Ubeydi, Mustansır-ı Billâh hakkında şöyle yazıyor: O, hicrî 487 yılında zilhicce ayının bitmesine 12 gün kala yani Gadir Bayramı olan zilhicce ayının 18. günü öldü.[15]

Bugünü Gadir Bayramı diye niteleyen sadece İbn-i Hallikan değil, Mes’udî[16] ve Sealebî[17] de bugünü İslâm ümmeti arasındaki meşhur günlerden saymıştır.

Bu İslâmî bayramın kökeni Gadir gününe dönmektedir; zira o gün Peygamber (s.a.a) Muhacir ve Ensar’a hatta eşlerine, Ali’yi böyle bir faziletten dolayı tebrik etmelerini emretti. Zeyd b. Erkam şöyle der: “Muhacirlerden Ali’yi (a.s) ilk tebrik edenler Ebubekir, Ömer, Osman, Talha ve Zübeyir idi ve tebrik ve biat merasimi güneş batana kadar devam etti.

Bu tarihî olayın önemi bağlamında şu kadarı yeter ki, 110 sahabe Gadir hadisini nakletmiştir. Elbette bu cümleden, o büyük topluluktan sadece belirtilen sayıda insanın hâdiseyi naklettiği anlaşılmasın, sadece Ehlisünnet kaynaklarında ismi geçenlerin 110 kişi olduğu belirtilmiştir. Peygamber’in, sözlerini 100.000 kişilik bir kalabalığa irat ettiği doğrudur; ama birçoğu Hicaz’dan uzak başka yerlerden gelmişlerdi; dolayısıyla onlardan hadis nakledilmemiştir. Bu olayı nakledenler olmuşsa da, tarih bunu kaydetmeye muvaffak olamamış, kaydetmişse de elimize ulaşmamıştır.

“Tabiîn” dönemi denilen hicrî 2. asırda Tabiînden 89 u bu hadisi nakletmeye başladı.

Sonraki asırlarda hadis rivayet edenlerin tümü Ehlisünnet ulemasındandır ve bunlardan 360 ı bu hadise kitaplarında yer vermiş ve çoğu sahih olduğunu itiraf etmiştir.

3. asırda 92, 4. asırda 43, 5. asırda 24, 6. asırda 20, 7. asırda 21, 8. asırda 18, 9. asırda 16, 10. asırda 14, 11. asırda 12, 12. asırda 13, 13. asırda 12, 14. asırda 20 âlim bu hadisi nakletmiştir.

Bazıları da sadece hadis nakletmekle iktifa etmemiş, hadisin senetleri ve içeriği hakkında müstakil kitaplar yazmışlardır.

Büyük İslâm tarihçisi Taberî yazdığı “el-Velâyetu fi Tarik-i Hadis’il-Gadîr” adlı kitabında bu hadisi 70’den fazla kanalla Peygamber’den (s.a.a) nakletmiştir.

İbn-i Ukde el-Kûfî “Velâyet” adlı risalesinde bu hadisi 105 kişiden nakletmiştir.

Cianî diye meşhur Ebubekir Muhammed b. Ömer Bağdadî bu hadisi 25 kanaldan nakletmiştir.

Bu tarihî olayla ilgili müstakil kitap yazanların sayısı 26’dır.

Şia uleması bu büyük olay hakkında değerli kitaplar yazmışlardır ki hepsinden kapsamlısı, ünlü yazar merhum allâme Eminî’nin güçlü kalemiyle ortaya çıkan ve Hz. Ali’nin hayatının bu bölümünde oldukça yararlandığım “el-Gadîr” kitabıdır.

 


[1]- Örnek olarak, Hıristiyanların bazı kitaplarını okuyarak putperestliği terk edip Hıristiyanlığa geçen Varaka b. Nevfel’i gösterebiliriz.

[2]- Tûr Suresi, 30-32.

[3]- Tûr Suresi, 30-32.

[4]- İbn-i Esir, el-Kâmil, c.2, s.220; Ikd’ül-Ferid, c.2, s.249.

[5]- Medine yolu üzerinde bulunan Rabiğ’e birkaç mil mesafede bulunan, hacıların mola verdikleri yerlerden biri.

[6]- Mâide Suresi, 67.

[7]- Merhum Allâme Eminî, aralarında Taberî, Ebu Nuaym İsfahanî, İbn-i Asakir, Ebu İshak, Celâleddin Suyutî, aynı zamanda Hz. Peygamber’in sahabeleri arasından İbn-i Abbas, Ebu Said Hudrî ve Bera b. Azib’in de yer aldığı bu 30 kişinin isim ve hususiyetlerini değerli eseri el-Gadîr, c.1, s.196-209’da genişçe beyan etmiştir.

[8]- Özellikle, önemli mevki ve makamları kabilelerin yaşlılarına lâyık gören ve tecrübesiz oldukları bahanesiyle gençlere önem vermeyen Araplara zor olacaktı. Bu yüzden Resul-i Ekrem (s.a.a) İtab b. Üseyd’i Mekke valiliğine, Üsame b. Zeyd’i Tebük’e göndereceği ordunun komutanlığına seçtiğinde, sahabelerinden bazıları tarafından itiraza maruz kaldı.

[9]- Ahmed b. Hanbel’in Müsnedi’nde nakline göre Hz. Peygamber bu cümleyi dört kez tekrarladı.

[10]- “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” (Mâide Suresi, 3)

[11]- Fe Kale lehu kum ya Aliyyu fe inenî

Razîtuke min ba’dî imamen ve hâdiyen

Fe men kuntu mevlâhu fe hâzâ veliyyuhu

Fe kûnû lehu atbâe sıdkın muvaliyen

[12]- Tabersî, el-İhticac, c.1, s.71-84, Necef baskısı.

[13]- Mâide Suresi’nin 3 ve 67. ayetleri.

[14]- Vefeyat’ül-A’yan, c.1, s.60 ve c.2, s.223.

[15]- age.

[16]- et-Tenbihu ve’l-İşraf, s.22.

[17]- Simar’ul-Kulub, s.511.

One thought on “Dinin Kemali; Gadir-i Hum

  • canpolat

    Sosyal alanda bu bayramı daha fazla duyurmak ve önplana çıkarmak gerekiyor. Toplumda gelişecek velayet bilinci İmam Zaman’ın zuhrunun çabuklaşmasına vesile olacaktır. Manşete taşıdğınız için teşekkürler. Bayramınız kutlu olsun.

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.