AleviSesi

Alevilik, Hz. Ali (a.s)'ın yolundan gitmektir.

Köşe Yazıları

Su Akar Bildiği Yere (Kuran Bize Yeter Demek)

Bir yerden bize bir kişi ile bir emanet gelmişse ve bu  emanetin getirilişini birden fazla kimse sahipleniyorsa bunlardan birisi doğrucu diğerleri yalancı demektir. Bu durumda ben getirdim diyenlerin tümünü yalancılıkla suçlamak doğru söyleyene haksızlık olur. Bin bir zahmetle o emaneti bize ulaştıran kimseyi diğerleriyle birlikte değerlendirmek demek haklıyı yalancı durumuna düşürmek demek sayılmaz mı? Bir de kimin getirdiği fark etmez bizim için, gelmiş ya ona bakmak yeterlidir demek de yine onu getiren  doğru kişiye vefasızlıktır. Alakaları olmadığı halde onu biz getirdik, zahmeti çeken biziz başkası değil diyen yalancılarla doğrucu eşitlenirse buna da adalet denmez. Hele gelen emanet çok önemliyse ve değeri orijinalliğiyle ölçülen bir şeyse kim getirirse getirsin deyip geçemeyiz. Aksi takdirde bize gelen emanetin gerçekliği de şüpheye girer.
Kur’an on beş asır öncesinden günümüze kadar gelmiş bir kitaptır. Biz bu kitabın son resul Muhammed ‘e (as) Allah tarafından indirildiğine inanıyoruz. Bu kitap tek bir kitaptır. Hâlihazırda yeryüzünde bu kitabın bir benzeri yoktur. Milyarlarca Kur’an harfi harfine aynıdır. Bizden önceki asrın Müslümanlarının elindeki Kur’an da aynıydı, ondan önceki asırlarda yaşayan Müslümanların okuduğu Kur’an da aynıydı. Bu Kitabı bize bizden öncekiler getirdi. Onlara da onlardan öncekiler… Kolay bir iş mi bu? Hayır… Kur’anın bir hikâyesi yok mu? Var elbet. Kim anlattı bu kitabın hikâyesini? Bizden öncekiler. Bizden öncekilere de onlardan öncekiler.
Şöyle deniyor on beş asırdır: Arabistan’ın Mekke şehrinde Abdullah ve Âmine ‘den olma Muhammed isminde bir yetim yaşıyordu. Bu yetimi önce dedesi Abdüllmuttalip sahiplendi, sonra amcası Ebu Talip. Çocukluğu ve gençliği mükemmeldi. Çevresinde güvenilir bir kimse idi. Hatta insanlar onu “Muhammedül Emin” lakabıyla çağırıyorlardı. Kırk yaşına geldiği sıralarda bir mağarada tefekkür ederken ona bir melek göründü.Şu haberleri insanlara duyur dedi. Muhammad (as) da kendisine bildirilenleri insanlara duyurdu. İnsanların az bir kısmı inandı, diğerleri çeşitli sebeplerden dolayı karşı durdu. İnsanlar ona ve ona inananlara etmedik eziyet bırakmadılar. İnsanlar vahyi reddettiler. Bunlar vahiy değil kendi uydurduğu sözler, dediler. Daha neler dediler neler… Hicret… Bedir Savaşı… Uhud Savaşı… Mekke’nin fethi… Kur’anın peygamberin sağlığında şimdiki haliyle düzenlenip binlerce insana ezberletilmesi. Kur’anı yok etmek için düşmanlar tarafından yüzlerce hafızın çeşitli vesilelerle şehit edilmesi. Peygamberin vefatı. Doğru yanlış mücadelesinin yeniden kızışması… Halifeler. İyi niyetliler. Kötü niyetliler. Kur’anın ve içindeki ahkâmın korunması için yapılan savaşlar. Cemel, Sıffin,  Nehrevan savaşları. Kur’anın mızraklara takılması. Kur’nın oklanması. Peygamberin soyuna hutbelerde sövülmesi. Peygamberin evlatları ve yandaşlarının direnişi ve çeşitli yollarla kiminin Kerbela’ da kılıçlar altında şehit edilmesi kiminin zehirlenerek öldürülmesi. Kur’anı siz yanlış okuyorsunuz ve yanlış uyguluyorsunuz demekten başka suçu olmayan nice âlimlerin, nice doğru insanların, nice kadınların çocukların akıtılan kanı ve gözyaşları. Doğru ya da yanlış, Müslümanların birçok fırkaya ayrılışı… Zalimlerin kendi elleriyle üretip büyüttüğü fırkalar. Meşrepler ve mezhepler.
Kur’an bize böyle geldi. En kısa ifade edilişi böyle bu olayın. Bu süreç hala devam ediyor ve biz de şöyle ya da böyle bu sürecin bir yerinde duruyoruz. Açıkçası bu mükemmel kitaba yönelen kimse bu kitabın serüvenine göz atmak zorundadır. O kitabın bize geliş serüvenini öğrenip doğrularla yanlışların mücadelesini bilmeden o kitabın önemini kavrayamayız. Ama bu zahmetli bir iş…”Kur’an nedir, nasıl bir kitaptır, nerden geldi, nasıl geldi, kim getirdi, nasıl getirildi?” gibi sorularla kendimizi muhatap tuttuğumuzda karşımıza guruplar halinde insanlar çıkar. Önce Sünni Şii diye iki büyük ekolün tarih boyunca mücadelesine şahit olunacaktır. Sonra Şii’yi de Sünni’yi de sollayan kimselerle karşılaşılacaktır. Sonra bu Kur’anın indiği günden beri Müslümanlar arasında iki grubun oluşumu ve üçüncü grubun ise Müslümanlar arasındaki bu farklılaşmanın getirdiği zararları o iki gruba mal edip
ilk iki grubu yok etmenin her şeyi halledeceğine inananların durumu falan… Ayrıca bu üçüncü grubun, Müslümanlar arasındaki yanlışların sürgit devam etmesine katkıları da işin cabası…
Kur’an şöyle der:
“Müslümanlar arasında bir kavga meydana gelmişse iyilikle ayırmaya çalışın. Ama bu gerçekleşmiyorsa haklıdan yana olun, haksızla sonuna kadar mücadele edin.”(mealen böyle)
Kur’anın bu dediği yapılırsa üçüncü, dördüncü, beşinci, on beşinci ve daha fazla fırka niçin oluşsun ki? Kur’anın dediği yapılmadığı için değil mi ki Müslümanlar ikiden fazla fırkaya ayrıldılar? Fıtrat şu:İnsanlar doğal haliyle Âdem’den sonra her zaman,” yanlışlar ve doğrular “ diye ikiye ayrılmışlardır.. Mesela Ali ile Ayşe arasında meydana gelen Cemel vakasında,”Fitne  çıktığında savaşmayan savaşandan, oturan kalkandan, duran yürüyenden, yürüyen koşandan hayırlıdır. Oturun oturduğunuz yerde “ diyen birileri insanları Ali’den geri koymasaydı Müslümanlar iki fırkadan öte geçebilirler miydi? Hem sonra bundan zarar görenler haktan yana olanlar değil mi? Hakeza yine Sıffın’den sonra birileri çıkıp, “ Ali de haksız, Muaviye de haksız “demekle hakta olanlara bir haksızlık yapmadılar mı? Hem sonra hariciler, kendileri Nehravan’da savaşırlarken Ali ile Muaviye posizyonunda olmadılar mı? Bir başkaları da çıkar, “Ali de yanlış Hariciler de yanlış” demez mi? Ben biliyorum; birileri Kur’anın dediğine uyup Ali ‘den yana tavırlarını devam ettirmediler. Kur’an, anlaşmazlıklarınızı Allah’a ve resulüne götürün diyor diye düğümü hakemde çözmeye karar verdiler ama mahkemeye hile karıştıranlara karşı Ali’den yana olup, sonuna kadar mücadele etmediler.
Gerçek şu ki her zaman bir hak- batıl kavgası vardır ve bir de her iki tarafı reddeden başka birileri. Bu durum mezheplerin ve kavgaların esasını oluşturur. Ve bu, dün de böyleydi, bu günde böyle…Hatta Müslümanlar tek taraflı olarak hak bir mezhepten yetmiş iki fırka meydana getirdiler. Tevhit, Teslis… Tevhit, Teslis… On, yirmi, atmış, yetmiş, yetmiş iki…  Oysa bir mezhep bir mezhep daha iki hak mezhep etmez. Bir hak vardır bir de batıl. Hak artı batıl;  bir hak, bir batıl eder. Hak- batıl çarpı sıfır, sıfır  olur. Bunun açınımı ise” –siz” ekiyle meydana getirilen kelimelerin ifadesidir. Esastan çoğalmak ise hakla batılın arasından üçüncü bir şey elde etmekle mümkündür ki bununla pek çok batıl yol türetilmiştir.
Tüm mezhepleri yok ederek üçüncü mezhep elde edilmez. Bundan ancak mezhepsizlik çıkar. Mezhepsizlik (Allah muhafaza) sonunda dinsizliğe gider. Ne enteresandır ki Ali’nin yanında olanlar hala Ali’den yanadırlar, karşısında olanlar ise hala karşısındadırlar. Ali ‘nin yanından ayrılanlar da hala Ali’den ayrıdırlar.Bazıları da kimseden yana değil, herkesten yanayız diyorlar ve Ali’ye yakın görünerek Ali’den uzaklaşıyorlar.
Bundan otuz yıl önce birileri, “lailahe illallah”cümlesini irdelemeye başladı. Önce ilah yok dendi, sonra ancak Allah var dendi. Evet, ilah sorunu olanlar için bu doğru bir teknik ama ilah sorunu olmayanlar veya  Allah’a inananlar için de mi bu böyle bu durum  diye sorulduğunda bu tekniğin üstatlarının cevabı kesinkes “evet” olur. Ama biz bu tekniği bir yerlerden tanıyoruz. Mesela tarihte birileri bir zaman Ali’ye şöyle dediler:” Ben hakemi kabul etmekle kâfir olduğumu kabul ediyorum.Ben bunu ret edip yeniden Müslüman oluyorum” demezsen seninle savaşırız. Dahası aynı adamlar Ali’den yana olanlara, sen Ali’yi ret ederek Müslüman olmazsan kâfir kalırsın diyorlardı. Günümüzde ise bu teknik şöyle işliyor: “Bu günlerde Müslüman her şeyiyle küfür içinde. Müslüman önce sistemlerin dayattığı ilahvari ne varsa hepsini reddetmeli. Sonra da Allah demeli. Bu iyi bir şey.Ama iş bununla kalmıyor. Sırayla şunlar da geliyor ardından:” Kafanda canlandırdığın ilahı da ret et, şöyle bir ilah koy. Bildiğin Muhammed’i sil, bizden öğreneceğin Muhammed’i kabul et. Peygambere vahiy geldiği için önemlidir, vahiy gelmediği zamanlar o da senin gibi benim gibi bir insandır. Sana şefaat var demişler aman kafanı temizle ve bu konuda kafanı “yok” ile doldur. Tarikatı, tasavvufu, sapıklık olarak yaz beynine. Sonra hadislerin bir kaçı hariç hepsini sakat bil. Şimdiye kadar sana ne gelmişse hepsini yok say, çünkü biz yeniden Mekke dönemini yaşıyoruz. Peygamber gibi Mekke dönemindeyiz. Şiinin dediği de yanlış sünninin dediği de yanlış. Mevlana da Muhiddin Arabî de benzerleri de sapık. Şii masumiyet, imamet, mehdiyet diye hurafe tarlası oluşturmuş. Sünni de aynı işi tarikat tasavvuf şeyh, mürit gibi şeylerle gerçekleştirmiş. Kütübü Sitte’yi de sil kafandan, kütübü Erbaa’yı da. Bunların her biri bir çeşit ilah… Bunların kimi fikirden,  kimi de zikirden İlah. Dahası somut soyut ne biliyorsan ya da neyin varsa kıymet verdiğin hepsi sahte ilah… Bunlara “la” de, bizden öğreneceğin İlaha, Allah de. Yoksa kâfir kalırsın. Şiiler çok salâvat getirirler. Ehl Beyt’i olmadık yerlere götürürler… Kerbela da iki gözü iki çeşme türbe kapılarını öperler. Dövünürler. Aşure günlerinde yas tutarlar. Bunlar İslam’da olmayan hurafeler. Sil at, yerine koyacak bir şey bulamazsan bırak boş kalsın kafan.” Daha neler neler… Sünni, Şii elde
ne varsa hepsi batıl… Hak olan: Kafayı boş tutmak… Mühim olan boş tenekeden  boş ses çıkarmak….
(Ne çok boş teneke var aramızda yuvarlanıp giden..Hakikaten boş tenekeden ne de hoş boş ses çıkıyor?)
Kur’an tek sağlam kitapmış. Evet, bu doğru… Ama bu kitap peygamber tarafından on beş asır öncesinden göğe atılıp, uçup gelmedi elimize?  Kur’an insanların omzunda geldi. Onun gelişi ise onun gerçekliğinin garantisidir. O pat diye avucumuza düşseydi ne anlardık biz ondan. Okur geçerdik diğer okuduğumuz kitaplar gibi. Doğru ya da yanlış, mezheplerle meşreplerle birlikte okunmazsa o kitabın ne gibi anlamı olur? Zaten bu gün kimileri sadece Kur’anı samimi olarak mealinden okuyorlar ve yeminle şartla Kur’anda birçok şeyin olmadığını söylüyorlar. Oysa biz biliyoruz ki peygamberden beri insanların Kur’ana karşı takındıkları tavırları bilmeden Kur’an anlaşılmaz. Ebu Cehili, Ebu Lehebi ve benzerlerini bilmeden Kur’an bize yetmez. Hz. Hatice’siz, Ebu Talibsiz, Hamzasız, Ammarsız, Bilalsiz, Fatımasız Alisiz yetmez Kur’an. Ebu Bekir, Ömer; Osman olmadan da yetmez Kur’an. Muaviye’ siz Yezit’siz, Ebu Süfyan’sız Kur’an bize yetmez. Hasan’sız yetmez. Hele Hüseyin’siz hiç yetmez. On iki imamsız hiç yetmez. Ebu Hanife’siz, İmam Malik’siz, İmam Şafi’siz, İmam Hambel’siz yetmez. Harici’siz, Murciye’siz olmaz. Kütübü Sitte’siz, Kütübü Erbaa’sız olmaz. Mezhepsiz, meşrepsiz Kur’an yetmez… Arapsız olmaz, Acemsiz olmaz, Türksüz olmaz. İyisiz olmaz kötüsüz olmaz. İransız, Iraksız, Afganistansız, Hindistansız, hatta Amerikasız, İsrailsiz, Filistinsiz olmaz. İlimsiz olmaz, irfansız olmaz. Bunlar bilinmeden Kur’an bize yetmez. Hatta bu günün Buschunu, Barakasını tanımadan Kur’an okuyana Kur’an yetmez. Kim ki olanı tanır ve olanı yok saymadan Kur’anı okur; Kur’an ona hep yeter. Oysa peygamberin ölüm döşeğinde bana kâğıt kalem getirin size yazdırayım da benden sonra birbirinizin boynunu vurmayasınız dediğinde birileri başka yazıya ne gerek var “Bize Kur’an yeter “ diyenlere bile  Kur’an yetmemiştir/yetişmemiştir.
(Kur’an yetseydi, Kerbela olmaz dı?)
Kimin işine gelir Kerbela’yı yok saymak?  Sıffini, Cemel’i, Nehrevan’ı, Emeviyi, Abbasi’yi unutturmak kimin lehine? Hüseyin’in şahadetini unutturmak demek ya da önemsiz hale getirmek aynı zamanda Yezit’in ve onun gibilerinin yaptıklarını da önemsiz hale getirmek demek değil mi? Kur’an bize yeter diyenlere sormak lazım,” Kur’an neden,  İbrahim-Nemrut, Musa- Firavun, Ben-i İsrail ve Nebiler mücadelesini teferruatıyla anlatıyor? Hem sonra,son peygambere insanlar güle oynaya  mı tabi oldular? Ya da peygambere tabi olanların hepsi peygamberden sonra ona tabi mi kaldılar? Hz. Hamza’nın şehit edilişinde ki vahşet Kur’an da geçen zalimlerin yaptıkları vahşetten mi az? Hangi peygamberin torununun başına geldi peygamberin torunlarının başına gelenler? Bu olay son peygamberden öncekilerin başına gelmiş olsaydı bunu Kur’an kıssa etmeyecek miydi, bizim kıssadan hisse almamız için? Lailahe illallah Muhammed’in Resulullah” diye diye peygamberin torunlarını katleden peygamber halifesi ve halife askeri dünyada görülmüş müdür de Kur’an yazmadı böyle bir şeyi? Son peygamberin tabilerinin yaptığından  daha büyük bir vahşet gerçekleşti de Kur’an onu anlatılmadı bize? Ya da son peygamberin tabilerinin gerçekleştirmediği hangi yüce olay gerçekleşmiş de  önceki peygamberler zamanında Kur’an onu kaydetmedi? Son  Peygamberin takıb edenlerinin hayatlarının örnekliği önceki peygamberlerin takibedenlerinin hayatlarırının örnekliğinden daha mı az örnek?
Kur’an müminin ışığıdır;diyebiliriz.Mümin onunla hem gönlünü hem gözünü ışıtır. Mümin onunla hem dünyaya hem öbür dünyaya bakar. Mümin Kur’andan Yusuf’u, Yahya’yı ve Ashabı kehfi ve diğerlerini okur ve onların ışığında Hüseyni okur. Kur’an Hüseyni ve diğerlerini görebilmek için okunur. Örnekler örnekten daha büyük işler için verilir. Amaç örnekten kopya çekmek değildir. Hüseyin ve onu ayarındakiler de Kur’anı okudular. Kur’an bize yeter, Kur’andakiler bize yeter, bir Yusuf olsak bize yeter demediler. Yusuf’tan alıp ilhamı Hüseyin olmak için okudular Kur’anı. Hem sonra  Yusuf’u okuyup da Hüseyin’e nihilist yakıştırması yapan için ona Kur’an yetmiş diyebilir miyiz? Üstelik  hadis, Fıkıh, mezhep, tarih, coğrafya, edebiyat fizik, kimya, matematik, felsefe, her türlü ilim ve irfan Kur’anın bize yetsin  için değil midir?.
(Niye Kur’an bize yeter demiş peygamber ölüm döşeğindeyken.Başka söz mü yoktu söylenecek?
Kur’anın dışında bir şey vardı  ki birileri Kur’an bize yeter demiş peygamber vefat ederken.Yoksa kağıt kalem isteyen peygambere onun sahabelerinden birileri neden engel olsun ya da peygamber neden böyle bir şeye gerek duysun ki? Veya sahabelerden bir kısmı Kur’anla birlikte anılan bir şeyden rahatsız olmuşlardı ki Üsame’nin ordusunu bırakıp bırakıp   peygamberin evine
koşuyorlardı.Seferberlik ilan edilip orduya çağrılan kimsenin ilk işi askeri birliğine  bir an önce katılıp savaşa hazırlanmak ve görev yerini terketmemektir.Hem sonra bu gün de aynı şeyler söz konusudur. Açılan sancağa tabi olmak varken Kur’an bize yeter diye çıkmak ve olması gereken  varken yeni bir şeyler oldurmaya kalkmak ne anlama gelir? Hem sonra unutulmasın ki “Kur’an bize yeter” sözünün anlamı siyasi bir anlamdır.Onun siyasi tarihi de peygamberin vefat ettiği günün gecesi başlamıştır.
(Sahi  Kur’anı hep okuyoruz ama hayatımızda neden fazla bir değişiklik olmuyor)
Kur’an Peygamberin yanındakilere  zor yetti, kalmış ki peygamberden sonrakilere yetsin.Ama peygamber gitmişse peygamberin uygulaması var ortalıkta şeklinde karşı  çıkılabilir bu söze.Evet ama peygamberin uygulamasının ne olduğunu bize kim bildirecek? Öyleyse Peygamberin  benden sonra  şunlarla birlikte olursanız Kur’an size yetecek demesinden daha doğal ne olabilir? Anlaşılan o ki peygamber o doğal sözü söyledi söyelmesine fakat birileri buna razı olmadı.Kavga da ondan çıktı zaten. Dahası kimse bu süreci engelleyemedi ve itişe kakışa bu süreç bu güne geldi ve gidiyor.Hem de  Kitabı kimlerin getirip götüerceğini  Allah seçti ve insanlara bu seçimi tercih hakkı verdi.Seçimi tasdik edip bu olayın bize isabet eden zaman bölümünü lehimize  devam ettirmek de var bizim için ya da aleyhimize.Bu seçimin karşısında yer alıp aleyhte katılmak olaya ya da bu seçimden yana tavır koyup süreci öyle   sürdürmek.Dahası bu olaya aleyte ve lehte katılmanını  türlü halleri vardır  ki bunun birisi de   “Kur’an bize yeter, başka ihsan istemez” deyip habire suyun akışının tersine zorlamaktır ki  bu durumda birileri yüzer durur suyun aksine, su da akar bildiği yere.
Metin Demirci
The following two tabs change content below.

Metin DEMİRCİ

Latest posts by Metin DEMİRCİ (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.