AleviSesi

Alevilik, Hz. Ali (a.s)'ın yolundan gitmektir.

Soru ve Cevaplar

Soru ve Cevaplar

Soru 1

“Size iki şey bırakıyorum; biri KUR’ÂN, biri EHL-İ BEYT’im” diyor. Ehl-i Beyt Sünnet’in membaı, menşei, kaynağı olduğuna göre, Alevî, Caferî, Şîî, hepsi EHL-İ SÜNNET, yani Sünnet’e en çok uyan olmaları gerekmez mi? Çünkü başta Hz. Ali (k.v) ve diğer İmâmlar hepsi Peygamber efendimizin yolunda gitmişlerdir. Kur’ân ve sünnet ilmi onlarda vehbi olarak vardır. Buna göre Alevî olmayana Sünnî diyebiliriz, ama biz Ehl-i sünnet değiliz, diyemeyiz. Çünkü Şîî kaynakları Şîî olmayanlara Ehl-i Sünnet diyor. Halbuki ben samimi dindar bir Alevî olarak herkesten fazla Ehl-i Sünnet olmak istiyorum ve ben Ehl-i Sünnetim ama Sünnî değilim. Sünnî ve Şîî istilâh manasıyla farklıdır. Ama her iki grup da Ehl-i Sünnet olmak mecburiyetindedir. Benim bu fikrime siz bir Caferi olarak ne diyorsunuz? Bektaşî babası Şeyh Baba Mehmet Süreyya (Müncî Baba) şöyle diyor: “HER KİM Kİ EHL-İ SÜNNET’TİR, ŞİA-I ALİ’DİR; HER KİM Kİ ŞİA-I ALİ’DİR, EHL-İ SÜNNET’TİR.”

Cevap1

Bu kanaatinize kısmen ben de katılıyorum. Yani biz de Ehl-i Beyt mektebi mensupları olarak Allah Resulü’nün mübarek  sünnetine bütün vücudumuzla inanıyor ve onu da Kur’ân-ı Kerim’in yanı sıra İslâm’ın ikinci kaynağı olarak görüyoruz. Hatta elimizde olan delillere göre gerçek anlamda sünnet ehli olan ve sünnete tam  anlamıyla sarılanın kendimiz olduğumuzu iddia ediyoruz. Ancak ne yapalım ki bir istilahtır yaygınlaşmış ve söylenince bugünkü Sünnî camia akla gelmektedir. Sünnî demekle de mesele bitmez; zira “Sünnî” kelimesi de sünnete mensup kimse demektir. Bazı alimler Sünnilere “Halifeler Okulu”, karşısında da “Ehl-i Beyt Okulu” ıstılahlarını kullanmaktadırlar. İsterseniz bu ıstılahı kullanabilirsiniz.

Bence bu yönüyle fazla önemli bir mesele değildir. Asıl önemli olan kimin gerçekten ne kadar “Ehl-i Sünnet” olup olmamasıdır. Bunu tarafsız bir gözle, belgelere ve tarihi gerçeklere dayanarak araştırmak gerekir. “Ali Şiası” kavramı için de aynı şey geçerlidir. Evet gerçek bir Sünnet ehli, Ali Şiasıdır. Aynı zamanda gerçek bir Ali Şiası Sünnet ehlidir de. Yani öyle olmaya mecburdur. Ancak her müddaînin iddiasında ne kadar sâdık olup olmadığı ayrı bir konudur. İşte asıl önem arzeden ve gerçekten araştırılması gereken konu budur. Bunu, sadece iddialarla yetinmeyip her kesin derinlemesine araştırması gerekir.

Ben bu konuda şimdilik birkaç hususa kısaca değinip ikinci soruya geçeceğiz. Evet bizce bir çok şahıs veya gruplara verilen nice şaşaalı  unvan ve lakaplarda olduğu gibi bu adlandırmada da asıl rolü malasef  siyaset oynamıştır. Resulullah’tan sonra meydana gelen ihtilaflar ve olaylarda Allah Resulü’nden gelen bir takım hadislerden de esinlenerek Hz. Emir-ül Mu’minin Ali (a.a) taraftarlarına “Şia” veya “Ali Şiası” denilince kendilerini açıkta bulan başkaları, hem bulundukları cepheye, hem de bu cephenin ileri gelen simalarına çeşitli alternatif unvanlar ve lakaplar türetmeğe başlamış, gerektiğinde buna nice hadisler de uydurmuşlardır.

Şia’nın siyasi  bir mezhep olduğunu iddia edenlerin aksine biz, Sünniliğin siyasî bir mezhep olduğu kanısındayız. Zira iki mezhebin arasında en önemli ihtilaf meselesi olan “Hilâfet ve İmâmet” konusunda, Sünniler, kendi itiraflarına göre hilafetin hiçbir nassa dayanmadığını ve insanların kendi meseleleri olduğunu ve kendi kafalarına göre uygun buldukları birisini aralarında seçmeleri gerektiğini ileri sürmüş ve bu vesileyle maalesef nice zalim sultanlara zemin hazırlanmıştır. Böylece de aradan yarım asır geçmeden “Hilafet” saltanata dönüşmüştür. Acaba hilafet başta olmak üzere bütün düşüncelerini (Kur’ân veya hadislerden olan) naslara dayandıran ve bunları bizzat Sünnilerin kendi kaynaklarından delillendiren Şia mı siyasi bir mezheptir, yoksa bir çok konuda kendi şahsi ve beşeri düşüncelerini Kur’ân ve sünnetin önüne geçiren veya düşüncelerine  kendi kaynağının dışında delil göstermeyen veya gösteremeyen kimselerinki mi? (Bu anlattıklarımızı sadece bir iddiadan ibaret görmeyin. Gerekirse inşaallah  bunların hepsine bizzat Sünni kardeşlerimizin kaynaklarından somut belgeler vermeğe hazırız.)

Acaba asr-ı saâdetten asırlar sonrasına kadar sürekli hakim güçlerin ve sulta sahiplerinin resmi mezhebi olma özelliğini taşıyan Sünnilik mi siyasi bir mezheptir, yoksa başkaları mı?!

Kısacası Şia kendi mezhebini Resulullah’ın getirdiği asıl İslâm’ın özü olduğunu, bunu da haklarında hiçbir şaibenin söz konusu olmadığı, bizzat Kur’ân’ın ve Resulullah’ın kesin ve tartışmasız referanslarına mazhar olan, sizin de belirttiğiniz gibi Resulullah’ın ilim ve irfanının vârisleri ve menbaı konumunda bulunan pâk ve mutahhar Ehl-i Beyti’nden almışlardır. Bu yüzden de Kıyamet gününde kendilerine “Siz neden Ehl-i Beyt’i başkalarına tercih ettiniz?” denildiğinde buna nice Kur’ân âyetlerini ve onlarca Peygamber hadisini delil gösterebilirler ki bunlardan sadece bir tanesi, muhtelif ve mütevatir senetlerle Sünnî kaynaklarda nakledilen (sizin de değindiğiniz) “Sekaleyn ” hadisidir. Fakat Sünni kardeşlerimize, başkalarını neden Ehl-i Beyt’e tercih ettikleri sorulduğunda, ne cevap vereceklerini doğrusu ben de merak ediyorum.

Sünniler eğer gerçekten sünnete sarılmayı yeğliyorlarsa, o zaman neden mesela Sahih-i  Müslim başta olmak üzere Kütüb-i Sitte ve diğer bir çok kaynakta en az otuz senetle nakledilen “Sekaleyn” hadisine amel etmiyorlar? Yoksa otuz senetli bir hadis sünnetten sayılmıyor mu? Hayır biz ona da amel ediyoruz diyorlarsa, o zaman somut delillerle iddialarını ispat etsinler. Oysa biz hiç de öyle olmadığını görüyoruz. Zira Kur’ân ve Ehl-i Beyt’e sarılmak onlara uymak, onları rehber edinmekse, Allah rızası için söylesinler hangi din veya dünya işlerinde onları kendilerine rehber  edinmişlerdir? Ehl-i Beyt’ten bahsedilince bu kardeşlerimiz hemen “Biz Ehl-i Beyt’i sevmiyor muyuz sanki?” deyip işin içinden çıkmaya çalışıyorlar. Evet Ehl-i Beyt sevgisi önemli bir meseledir ve Kur’ân’ın emridir. Ancak sevmek ayrı şeydir; rehber ve önder edinmek ayrı. (Gerçi hakiki sevgi insanı ittibaya da götürür.)   Durum böyle iken Sünni Camianın fıkhı mı Ehl-i Beyt’e dayanıyor, tefsiri mi, hadisi mi, hangisi? Çeşitli dallardaki İmâmlarının içerisinde Ehl-i Beyt’ten bir kişi  dahi bulabilir misiniz? Yoksa Ehl-i Beyt başkalarıdır da biz mi yanılmışız?!

Bazı Sünnîler gerçeklerden habersiz oldukları için diyorlar ki: Şîîler Ehl-i Beyt’in dışında bütün sahabeleri ve mezhep İmâmlarını reddediyorlar; bizden de aynı şeyi bekliyorlar.” Halbuki bu yanlış ve asılsız bir isnattır. Şia Ehl-i Beyt’in yanı sıra onlarca sahabiden hadis nakletmiş ve onların görüşlerine itibar etmiştir. Selmân, Ebûzer, Mikdâd, Ammâr, Câbir b. Abdullah, Ebu Eyyub El-Ensârî, Said-i Hudri, Huzeyfet-ül Yemânî, Abdullah İbn-i Mesûd, Abbas b. Abd-ül Muttalib, Abdullah İbn-i Abbâs bunlardan sadece bir kaçıdır. Şîa kaynaklarını araştıranlar bu gerçeği açık bir şekilde görebilirler. Ancak iki hususta Şîa Sünnilerden farklı düşünmektedir: Birincisi, Şîa onlar gibi Sahabenin hepsine, aralarında hiçbir fark gözetmeksizin itibar etmemektedir. Mesela hakkında onlarca şaibe bulunan ve Resulullah’ın vefatından iki veya üç yıl önce müslüman olan “Ebu Hureyre”nin hadislerine kesinlikle itibar etmemektedir. Oysa Sünni’lerin kaynaklarında en  çok hadis (5374 gibi büyük bir rakam) ondan nakledilmiştir. İkincisi, başka râvilerin naklettiği hadisler veya başka İmâmların görüşleri, Ehl-i Beyt’in rivâyetleri veya görüşleriyle çeliştiğinde, mutlaka Ehl-i Beyt’inkini tercih ediyorlar. Zira onlar hakkında Kur’ân ve sünnette bulunan referanslar, başka hiçbir kimsenin hakkında  yoktur.

Evet Şîa sünnete itibar ediyor ama, Ebu Hureyrelerden, Semure b. Cündeplerden, İmran b. Hattanlardan, Ömer b. Sa’dlardan Muâviyelerden, ve…nakledilen  sünnete değil, Ehl-i Beyt gibi berrak ve tertemiz bir kaynaktan elimize ulaşan sünnete; Peygamber yoluna sadakat ve bağlılıklarını sonuna kadar devam ettiren sahabeden nakledilen sünnete.

Şîa’ya bu eleştiriyi yöneltenler eğer biraz araştırma ehli olsalar, en azından kendi kaynaklarını biraz ciddi ve tarafsız bir gözle tedkik etseler,  görecekler ki aslında bu eleştiriyi asıl hak eden Sünni camiasıdır, Şia değil. Zira Sünnî kardeşlerimiz Ehl-i Beyt’i sahabeden sayıyor mu, saymıyor mu? Ehl-i Beyt’in de en az diğer sahabe kadar Peygamber’imizin ilim ve irfanından nasiplendiğine inanıyorlar mı, inanmıyorlar mı? Eğer her iki soruya da cevapları müspet ise o halde neden Ehl-i Beyt’ten naklettikleri hadisler yok denecek kadar azdır? Resulullah’ın hayatının son iki yılında müslüman olan Ebu Hureyre’den 5374 hadis, Abdullah İbn-i Ömer’den 2630 hadis, Ümm-ül Mu’minin Âişe’den 2210 hadis nakleden Sünnî kaynakları, çocukluğundan beri Resulullah’ın elinde yetişen, Resulullah’ın ilim şehrinin kapısı olan Hz. Ali’den, yine nübüvvet bağının meyvesi Hz. Fâtıma’dan, Peygamber bağının iki emsalsiz gülü İmâm Hasan ve İmâm Hüseyin’den kaç hadis nakletmişlerdir acaba, biliyorlar mı?  İslâm’da yazılan ilk hadis kaynağı olduğu iddia edilen “El-Muvatta” kitabında İmâm Mâlik neden Hz. Ali’den bir hadis dahi nakletmemiştir?! Şu ana kadar bir Sünnî âlimi dahi, İmâm Mâlik’i bu tutumundan dolayı eleştirmiş midir?

Sonra, sünnete sahip çıkmak, sünneti yaşatmak, eğer gerçekten bu kadar önemli ise (ki öyledir de), o zaman neden Peygamber’den (s.a.a) sonra Efendimiz’in hadislerini yazmak ve nakletmek, en az bir buçuk asır (Ömer b. Abdülaziz’in zamanına kadar) yasaklandı; hadis nakletmekte ısrarcı davranan nice sahabiler (İbn-i Mes’ud ve Said-i Hudri gibi) kırbaçlandı; hapis ve sürgüne gönderildi. Yazılmış nice hadis kitapları yakıldı. Bunların kimler tarafından yapıldığını artık kendiniz araştırın.

Bir de Sünnîler hangi Peygamber’in sünnetinden bahsediyorlar acaba? Hiçbir zaman kendi heva ve hevesine, düşünce ve tutkularına göre değil, vahye dayanarak konuşan, verdiği her şeyin ümmet tarafından istisnasız olarak alınıp amel edilmesi, sakındırdığı her şeyden de istisnasız olarak sakınılması gereken, itaati mutlak bir şekilde ümmete farz kılınan, bir şeye hükmettiğinde mu’minler için başka bir seçme hakkı bulunmayan masûm bir Peygamber’in sünnetinden mi, yoksa bir çok yerde içtihâd yapan, hatta yaptığı içtihadlarda hata yapabilen, hatta içtihadı başka birilerinin içtihadıyla kıyaslanan, hatta bazen onun içtihadına tercih edilen, bazı sahabelerle ihtilafa düştüğünde, sonradan onun değil söz konusu sahabinin görüşüne uygun vahiy inen bir Peygamber’in sünnetinden mi?! Birinci tür sünnete amenna; ama  ikinci tür sünneti biz istemiyoruz; alın sizin olsun. Bize de bundan dolayı Sünnet dışı, bid’at ehli diyorsanız, o da sizin bileceğiniz iştir.

Yine eğer sünnetten maksat Resulullah’ın istisnasız bütün söz, fiil ve takriri ise ve bunlara uymak, itaat etmek gerekiyor ve aksine hareket edenler sünnet dışı ve bid’at ehli oluyorsa, acaba bu hüküm gelmiş geçmiş herkesi  (mesela sahabeyi de) bağlıyor mu, yoksa sadece bizlere mi aittir? Eğer sahabe de bu hükme (hatta birinci derecede) dahil ise, o halde neden Peygamber’in açık emrine (hatta hayattayken) ters düşen bazı sahabiler, sünnet muhalifi, bid’at ehli sayılma yerine, yaptıkları, bin bir türlü te’vil edilmeğe çalışılıyor?!

Acaba, Sünnîler “Kur’ân bize yeter ..” tezinin ilk olarak kim veya kimler tarafından ortaya atıldığını unutmuşlar mı? Veya esasen biliyorlar mı? Her halükarda bunu da araştırıp öğrenmelerinde fayda vardır diye düşünüyorum.

Soru 2

Caferî mezhebi varsa İmâm Bâkır’ın mezhebi neydi; İmâm Musâ-i Kâzım’ın mezhebi neydi? Neden diğer İmâmların adıyla bir grup adlandırılmıyor da Caferilik ayrı bir gurup oluyor?

Cevap2

Ehl-i Beyt İmâmlarının itikat ve mezhep açısından birbirleriyle hiçbir farkları yoktur ve hepsi aynı hakikatin temsilcileridirler. Ancak Ehl-i Beyt İmâmları tarih boyunca zalim sultanların baskıları ve bin bir türlü entrika ve engellemelerin neticesinde, bildikleri hakikatleri ve Resulullah’tan  miras aldıkları ilim ve irfanı insanlara ulaştırmaya ve olduğu gibi aktarmaya müsait zemin bulamamışlardı. Ancak biraz İmâm Bâkır’ın ve daha çok İmâm Cafer-i Sadık’ın zamanında, Emevi-Abbâsî sürtüşmesinden meydana gelen boşluktan,  rahat ve müsait ortamdan yararlanarak o Mübârek zatlar Ehl-i Beyt mektebinin hakikatlerini ve gerçek İslâm’ı büyük ölçüde anlatmaya, tebliğ etmeğe muvaffak olmuşlardı; öyle ki tarihlerin yazdığına göre İmâm Cafer-i Sâdık’ın ders halkalarında çeşitli İslâmî ilimleri öğrenmeğe çalışan dört binden fazla talebe oturuyordu. İşte bu yüzden bu mektebe verilen isimlerden birisi de “Caferilik” olmuştur.

Soru 3

Son imâm olarak İmâm Hasan Askeri’nin oğlu İmâm MEHDİ’nin gaybeti veya vefatı sonrası bu güne kadar imâm kim veya kimler olmuş? Şu anda imâm kim? Nasıl bileceğiz? İmâm MEHDİ’nin gelip gelmediğini nasıl bileceğiz?

Cevap 3

Elimizde olan güvenilir kaynaklar bize Hz. Mehdi’nin (a.s) iki gaybetinden bahsetmektedir. Küçük (kısa dönem) gaybeti, büyük (uzun dönem) gaybeti. Küçük gaybet zamanında Hz. Mehdi’nin sırasıyla dört özel vekili, onunla Şiaları arasında  vasıta olmuş, onların soru ve sorunlarını Hazret’e intikal ettirerek gereken talimatı onlara ulaştırmışlardır. Takriben 75 yıl süren bu dönemin ardından uzun gaybet dönemi başlamıştır. Hz. Mehdi (a.s) bu gaybetin başlangıcında son özel vekili kanalıyla Şialarına şu mesajı vermiştir: “Bundan sonra, ortaya çıkacak sorun ve olaylarda, bizim hadislerimizi nakleden (bizim hadis ve görüşlerimizde uzmanlaşmış) müçtehid ve fakihlere müracaat edip vazifelerinizi onlardan öğrenmeğe çalışacaksınız. Onlar benim, ben de Allah’ın size olan hüccetiyim.”

Böylece o günden bugüne kadar Şia, sürekli Ehl-i Beyt’in hadisleri ve görüşlerinde uzmanlaşmış fakih ve müctehidlere müracaat edip İslâm’ı onlardan öğrenmeğe çalışmışlardır. Bu müctehidler bir anlamda Hz İmâm Mehdî’nin genel vekilleri konumundadırlar. Elbette taklit edilmesi gereken bu müçtehidlerin özellikleri de hadislerde beyan edilmiştir. Mesela zamanın en bilgili alimi; takvalı, cesaretli, diri, zamanının çeşitli gereksinimlerine vakıf olan birisi olmalıdır. Geçmişte bunların kimler olduğunu ve bugün bu misyonun kimler tarafından temsil edildiğini öğrenmek isterseniz, Şia’nın kaynakları ve ilim merkezleriyle yakından tanışmanız gerekir.

Hz. Mehdi’nin gelip gelmediğini nereden bileceğiz? diyorsunuz. Aziz kardeşim Hz. Mehdi’nin hem şahsi özellikleri, hem geleceği zamanın özellikleri ve nişâneleri, hem de geldiği sırada vuku bulacak harikulâde olaylar ve Mehdi kıyamının sonuçları hakkında Resulullah ve Ehl-i Beyt’inden nakledilen hadislerde detaylı bilgiler verilmiştir; hatta bunlardan bir kısmı Sünnî kaynaklarda da nakledilmiştir. Hepsinden de önemlisi O Mübareğin kıyamıyla İslâm’ın bütün dünyaya hâkim olması ve Kur’ân’ın tabiriyle  Allah’ın dininin bütün dinlere galip gelmesi, sâlih ve müstaz’af mu’minlerin bütün dünyayı miras alması (hâkim olması)dır ki hâlâ gerçekleşmiş değildir.

Bu mevzuda şimdilik bu kadarıyla yetinip, size “Ehl-i Beyt Mesajı” dergisinin “Hz. Mehdi Özel Sayısı”nı (15. Sayı) okumanızı tavsiye ediyorum. Söz konusu kaynakta Hz. Mehdi’yle ilgili  çeşitli sorularınıza doyurucu cevaplar bulacağınızdan eminim.

Soru 4

İmâm Cafer ile diğer dört mezhep İmâmı arasında fark nedir? Bu dört mezhebin İslâmiyet’te yeri nedir? “Hak sadece dört mezheptir” lafının yanlışlığını nasıl açıklayacağız? Kuran ve Sünnet’ten delil nedir?

Cevap 4

Bizce İmâm Cafer-i Sâdık, veya diğer Ehl-i Beyt İmâmlarıyla diğer mezhep İmâmları arasındaki en önemli fark Kur’ân ve sahih Sünnet’ten aldıkları referanstan ibarettir. Temizlikleri Kur’ân tarafından onaylanan, Resulullah’ın “Kendilerine sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla dalalete düşmezsiniz” dediği, Nuh’un gemisine benzetip, binenlerin kurtulacağını, binmeyenlerin helak olacağını haber verdiği kimselere mi itibar edip peşlerinden gitmek daha makul, mantıklı  ve ihtiyata uygundur, yoksa bu referansların hiçbirisine mazhar olmayan başkaları mı?!

Evet biz Ehl-i Beyt’i, bir müçtehid olarak değil, Resulullah’ın ilim ve irfanının vârisleri, vehbi ilimlerin menbaı  ve madeni  olarak görüyoruz. Bu yüzden diğer âlimler ne kadar üstünlük ve fazilet sahibi olurlarsa olsunlar, hiçbir zaman  onlara alternatif olamazlar.

Dört mezhebin İslâmiyet’teki yerine gelince, biz şehadeteyn getiren herkesi müslüman biliyor ve İslâm’ın bu dünyadaki bütün ahkamının onlar için de geçerli olduğunu söylüyoruz. Ahiret ‘e gelince, araştırma imkanı olmayan, görüp bildiğine de samimice amel eden müstaz’aflar, kurtuluş ehlidir inşaallah. Ancak araştırma imkanı olduğu halde çeşitli nedenlerden dolayı araştırmayan ve doğrulara göz yuman veya hakkı bildiği halde inat edip kabul etmeyen kimselerin işi son derece zordur. Rabb-ül Alemin hepimize hakikatleri görebilecek göz ve basiret inayet buyursun.

“Sadece dört mezheb haktır” sözünün yanlışlığının delili, her şeyden önce bu sözün delilsizliğidir. Bu sözün hakkaniyetiyle uzaktan yakından ilgili olan bir tane âyet veya hadis gösterilebilir mi? Esâsen Resulullah’tan en az bir asır sonra ortaya çıkmaya başlayan mezhepler, Kur’ân veya Sünnet’ten nasıl onay alabilir?! Sonra, İslâm tarihinde ortaya çıkan onlarca mezhebin arasından sadece dördünü “Hak Mezheb” olarak ilan etmenin siyasi maksattan başka hiçbir sebebi yoktur! Bu mezheplerin hangi tarihten itibaren ve kimler tarafından resmileştirildiği hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak istiyorsanız “Ehl-i Beyt Mesajı” dergisinin  2. sayısında basılan  “İçtihâdın sınırlandırılış tarihi” isimli makaleyi mutlaka okumanızı tavsiye ediyoruz.

Soru 5

Türk, Azeri, Kürt, Fars, Arap olmanın Alevilik ve Şîîlik anlayışında farklılıkları var mı?

Cevap5

Hiçbir fark yoktur; olmaması gerekir. Fark olduğunu söyleyen çevrelerin amacı; ırkçılıktır. Zira İslâm’da üstünlük ölçüsü takvâ ve sâlih ameldir; başka bir şey değil. Resulullah (s.a.a) da “Kim (insanları) ırkçılığa davet ederse bizden değildir” buyurmuştur.

Soru 6

Hz. Ali (k.v) ve 12 İmâmlara uymak isteyen bir insan hangi kaynaklardan yararlanacak? Ehl-i Beyt İmâmlarının  topladığı hadis ve yaptığı Kuran tefsiri var mı? Onların İslâm’ı nasıl yaşadıklarının ilmî ve kaynağa dayanan delilleri hangileri? Onların İslâmî yaşayış şekli Ehl-i Sünnet rehberi olması gerekmez mi? Ehl-i Beyt’e ait bir iki Türkçe ilmihal basıldı ne derece güvenilir?

Cevap 6

Ehl-i Beyt’ten (a.s) nakledilen hadisler, yine Ehl-i Beyt’in Kur’ân ve Peygamber sünnetinden istifade ederek ortaya koydukları görüşler, Ehl-i Beyt mektebine mensup âlimler tarafından yüzlerce cildi aşan çeşitli mecmualar halinde basılmıştır ki Arapça bilen her kesin istifade etmesi mümkündür. Bu eserlerin içinden dört tanesi, en çok itibar gören kaynaklardır: 1-El-Kâfî,  2-Men La Yahzurhu-l Fakîh, 3-Et-Tehzip, 4-El-İstipsar.

Yine Ehl-i Beyt’in fıkhî hadisleri, “Vesail-üş Şia” isimli 18 ciltlik bir eserde bir araya toplanmıştır ki müçtehidler bu eserdeki hadislere dayanarak çeşitli konularda fetvâ vermektedirler.

Ehl-i Beyt’in Kurân tefsiri hakkındaki hadisleri ve görüşleri “Nur-üs Sekaleyn”, “El-Burhân”, “Mecme-ül Beyan”, “Es-Sâfî”, “Et-Tibyân” ve “El-Mizân” gibi  tefsir kitaplarında bir araya getirilmiştir.

Ehl-i Beyt’in veya Ehl-i Beyt’e mensup alimlerin önemli eserlerinden, maalesef Türkçeye kazandırılmış olanı oldukça azdır. Bunlardan bir kaçını şöyle sıralayabiliriz: Nehc-ül Belâğa, Tuhef-ul Ukul, El-Mizân (şu ana kadar beş cildinin tercümesi  basılan bu kitap 20 cilttir ve Kur’ân tefsiridir; otoritelerin de belirttiği gibi şu ana kadar bu tefsirin üzerine bir tefsir yazılmamıştır.)

Türkçe olarak basılmış olan Caferî fıkhına âit birkaç “İlmihal” yeterli olmamakla birlikte, bazı çok cüzî hatalarını da görmezsek, kendi çaplarında faydalı eserlerdir. Allah-u Teâlâ yazarlarına ecir versin ve daha mükemmel eserler sunabilmeleri için yardımcıları olsun.

Soru 7

Bilhassa İmâmlar namazları nasıl kılmışlar; onu iyi bilmemiz gerekir. Şia’da namazlar 3 vakit deniyor, halbuki İmâmlar biliyoruz ki çok namaz kılıyorlardı. Zeyn-ül Âbidin 1000 rekat gecede namaz kılarmış. Bu kadar namaza ehemmiyet veren İmâmlar da mi 3 vakit kılmışlar. Bu birleştirme her zaman mümkün mü? Her zaman birleştirilip kılınır mı?

Cevap 7

Bu sorunuzun cevabını sonraki sorularda gereken cevap verilmiştir. Diğer bazı bölümlerini de biz kısaca cevaplamaya çalışalım.

Ehl-i Beyt’in namaza ne kadar ehemmiyet verdiği, geceleri sabahlara kadar namaz ve ibadetle geçirmeleri inkar edilecek şey değildir. Ancak bu ayrı şeydir, namazın nasıl kılınması gerektiği veya nasıl kılınmasının câiz olduğu ayrı şey. Adı geçen sitede Turan hocanın da geniş bir şekilde belirttiği gibi namazların özel vakitleri vardır, müşterek vakitleri ve fazilet vakitleri. Biz, her fırsatta, ister Şîa, ister Sünnî kaynaklara dayanarak, namazların müşterek vakitte kılınmasının hiçbir sakıncasının olmadığını vurgulamakla birlikte, fazilet vakitlerinde kılınmasının daha faziletli ve daha çok sevaba mucip olacağını açık bir şekilde beyan ediyoruz. Caferi ilmihallerine bakan herkes de bunu açıkça görebilir. Ancak Allah ve Resulü’nün, özellikle bazı zaman ve zeminlerin de durumunu dikkate alarak ümmete lütfettiği bir ruhsat ve kolaylığı onların elinden almaya çalışmak, kraldan daha kralcı kesilmek olmaz mı?

Sonra, eğer hadislerde Allah Resulü’nün, her hangi bir zaruret olmadığı zamanlarda dahi, ümmete kolaylık olsun  diye böyle bir uygulamaya baş vurduğu açık açık beyan edildiği halde, hâlâ, bunun sadece zaruret zamanında câiz olduğunda ısrar edenlere şaşmamak elde değil doğrusu! Bu kardeşlerimiz bu yersiz ısrar yerine söz konusu hadisleri senet ve muhteva açısından çürütmeğe çalışsınlar (tabi eğer becerebilirlerse). Aksi takdirde bu tür ısrar ve itirazlar, abesle iştigalden başka bir şey değildir.

“İmâmların nasıl namaz kıldığını öğrenmemiz gerekir” diyorsunuz. Çok doğru. Keşke hep birlikte gayret edip de o İlâhî insanların her konuda nasıl davrandıklarını öğrenmeğe çalışsak. Fakat faraza onların bu konuda istisnasız daima her namazı kendi fazilet vaktinde kıldıklarını tespit etmekle birlikte, onların, müşterek vakitte kılmanın da  hiçbir sakıncası yoktur dediklerini görürsek, bu ruhsattan istifade etmek isteyen kimselere de itiraz hakkımız yoktur. Evet Arapça biliyorsanız eğer bu hakikatleri Ehl-i Beyt’in hadislerinde açık bir şekilde kendiniz müşahede edebilirsiniz.

Soru 8

Said-i Nursî Risale-i Nur’da 4. Lem’a’da imâmeti anlatıyor. Hz. Ali’ye iki veçhe ile bakılır diyor, bir yerde; ikinci veçhe ile “Hz. Ali (k.v) Âl-i Beyt’in mümessili olması hasebiyle onda mahiyeti Muhammed (s.a.v), Nur-u Muhammed (s.a.v) vardır; muvazeneye gelmez diyor. Risale-i Nur’un diğer kitaplarında Ehl-i Beyt’e övgüyle yer veriyor ve Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in neslinin kıyamete kadar gideceğini ve hakiki Verese-i Nebevi olduklarını yazıyor. Sizler Risale-i Nur okudunuz mu; ne düşünüyorsunuz?

Cevap 8

Risâle-i Nur’dan naklettikleriniz güzel şeylerdir ve basireti olanlara bu kadarı bile çok şeyler anlatıyor. Ancak size “Hz. Ali’de, Âl-i Beyt’in mümessili olması hesabiyle mâhiyet-i Muhammed (s.a.v), Nur-u Muhammed (s.a.v) vardır; muvâzeneye gelmez … Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in nesli kıyamete kadar gidecek; onlar hakiki verese-i Nebevî’dirler” cümleleri üzerinde durup tekrar tekrar düşünmenizi rica ediyorum. Allah rızası için düşünün ve karar verin; Sünnîler (hatta ümmet) bu cümlelerde beyan edilen hakikatin hakkını ne kadar verebilmişlerdir?! Boş verin muvâzeneye gelmemeği, keşke muvâzeneye getirip Ali’yi de başka bir çoklarını koydukları kefeye koyabilselerdi? Hilâfette dördüncü sıraya koydukları gibi, fazilette de diğer üç halifenin ardından dördüncü olarak kabul edilmiyor mu? Nur-u Muhammed olduğunu itiraf ettikleri  bu mukaddes nurdan ne kadar nur, ne kadar feyiz alabildiler? Hasan ve Hüseyin’in Peygamber’den mirâs aldıkları nelerdi acaba? Mal-mülk mü? Yoksa Peygamber’in nur-i mukaddesi, ilim ve irfanı mı? Eğer ikincisi ise, o zaman ne kadar sahip çıkabildiler bu mirasa acaba? Onlar sadece sekiz on tane mi, hadis miras aldılar Peygamber’den? Zira bu kadardan fazla hadis nakletmemişlerdir kaynaklarında! Bu hesapla Ebu Hureyreleri, Abdullah b. Ömerleri Peygamber vârisi olarak tanıtmak daha uygun ve daha mantıklı olmaz mı? Risaleler için de aynı şeylerin geçerli olduğunu düşünüyoruz. Hz. Ali’nin hakkında bu tespitte bulunan ve kendisini Hz. Ali’nin şakirdi olduğunu iddia eden Said-i Nursî’nin risalelerinde ne kadar Ali izine rastladınız acaba? Hz. Ali’nin en önemli eseri olan ve hakkında “Allah kelamının altında ve beşer kelamının üstünde” denilen “Nehc-ül Belâğa”nın neden kokusu gelmiyor Rısâlelerden?! Hatta bir çok yerinde  “Nehc-ül Belağa’nın” öğretileriyle çelişen tespitler yer almaktadır.

Yok bunları rüya ve keşif yoluyla elde ettiğini iddia ediyorsa o da ancak kendisini bağlar. Rüya ve keşf-u kerâmet iddialarıyla İslâm’ı öğrenmeğe çalışanların ne hallere kaldıklarını ve aziz İslâm’ın başına neler getirdiklerini bir nebze olsun anlayabilmek için Türkiye’deki tarikatların içine girip onları yakından görmek, yeterli olacaktır herhalde. Evet, eğer gerçek İslâm’ı öyle iddialarla, rüyalarla veya bir takım şahsi yorumlarla öğrenmeğe çalışmak, birbiriyle çelişkili yüzlerce İslâm anlayışını  karşımıza çıkarır ve ne yapacağımızı, hangisini tercih edeceğimizi şaşırıp kalırız. Daima ölçüler,  aklî ve naklî (Kur’ân ve sahih sünnete dayanan) somut delillere dayanarak hareket etmek lazım. Her kes kendi görüşlerini, özellikle başkalarının da  kabul edip reddedemeyeceği delillere, belgelere dayanarak ortaya koyabildiği takdirde ancak inandırıcı olabilir. Yoksa hep kendi kaynaklarına ve kabullerine dayanarak insanları ikna etmeğe çalışırsa, buna hiçbir zaman muvaffak olamayacaktır.

Soru 9

Bütün bu görüşlere rağmen, hepimiz Müslüman olduğumuza göre, hakikati öğrenerek ufak ayrılıklar için sürtüşmeden, uhuvveti (kardeşliği), İslâm düşmanlarına karşı sağlamamız gerektiğine göre, Alevî, Sünnî kardeşliği nasıl sağlanır? Hz. Ali (k.v) ve 12 İmâmların hayatı bize örnek olursa onlar en zalim emirler zamanında dahi İslâm’ı yaşayıp yaşatmışlardır.

Cevap 9

Bizce ihtilaf ve uzaklaşmanın asıl nedeni, farklılıkların büyüklüğü küçüklüğü, azlığı çokluğu değil, onları bir kavga ve düşmanlık unsuru haline getirmektir. Nice câhil ve mantıksız insanlar, çok küçük görüş farklılıklarından dahi büyük ihtilaf ve düşmanlıklar dahi yaratabiliyorlar. Maalesef Müslümanların tarihinde bunun örneği az değildir. “Kur’ân mahluk mudur, yoksa kadim midir?” tartışması binlerce Müslüman’ın  kanını akıtmamış mıdır İslâm tarihinde?!

Evet önemli olan farklılıkları ve görüş ayrılıklarını kavgaya dönüştürmemek; en azından birbirinin görüşlerine saygılı olmaktır. Şimdi İslâmî uhuvvetin te’sisi için gerekli bulduğumuz bazı hususları  aşağıda hatırlatmağa  çalışacağım:

a)-Her şeyden önce müştereklerimizi unutmamamız gerekir. Yani, en az farklı yönlerimiz kadar, müşterek yanlarımızın bulunduğu bir gerçektir. Bu gerçeği göz ardı etmek mantıksızlıktır. Bakın Kur’ân-ı Kerim, Kitap ehlini dahi müşterek noktalarda birleşmeğe ve iş birliği yapmaya davet ediyor.14 Bizim kendi aramızda, Ehl-i Kitap kadar müşterek yanımız yok mudur?!

b)-Birbirimizi çok yakından, hem de en yetkili ağızlardan ve en sağlam kaynaklardan tanımaya çalışmalıyız. Bunu yaparsak inanıyoruz ki bir çok isnat ve ithamların asılsız veya zannedildiği şekilde olmadığı ortaya çıkacaktır. Zira uzaklaşmalar çoğu zaman yanlış ve kafadan dolma bilgiler ve isnatlara dayanmaktadır.

c)-Hiçbir şahıs veya grup hakkında ön yargılı ve peşin hükümlerle yaklaşmamak gerekir. Ön yargılı ve peşin hükümler hem İslâmî insafa ters düşer, hem de akıl ve mantık ölçülerine. Sağlam belge ve bilgilere dayanan kesin ve pürüzsüz sonuçlara varmadıkça, her zaman bildiğimizin aksinin de doğru olabileceğine bir ihtimal payı bırakmak gerekir.

d)-Her grubun sadece kendi kaynaklarına yetinip başkaları hakkında görüş belirtme alışkanlığına son verilmelidir artık. Özellikle ihtilafî konularda karşı tarafa inandırıcı olabilmek için mümkün mertebe onların kendi kaynaklarından delil gösterilmeli; her iki tarafın kabul ettiği müşterek ölçüler ve prensipler üzerinden hareket edilmelidir.

e)-Kur’ân-ı Kerim Resulü’ne hitaben şöyle buyuruyor: “…Öyleyse müjde ver benim o kullarıma ki sözü dinler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini hidâyete eriştirdikleridir ve onlardır halis akıl sahipleri.”15 İşte bu âyet-i kerime gereği diyaloglarımızı günden güne geliştirmeli, araştırmaktan ve birbirimizi dinlemekten hiçbir zaman çekinmemeli; kısacası kendimizi taklidî bir imandan çıkarıp tahkikî imana varmalıyız.

f)-Bunların hepsinden de önemlisi çeşitli mezheplere mensup İslâm âlimleri arasında güçlü bir diyalogun oluşmasıdır. Zira bu ihtilafları en köklü şekilde ancak, dinini dünyaya satmayan, Allah’ın rızasını her şeye tercih eden, hiçbir sulta ve sultandan çekinmeyen, kendini bütün mezhebî ve ırkî taassuplardan ve kim ne der kaygılarından arındırmış hakikî âlimlerin aralarında oluşturacakları konsey türü bir oluşum çözebilir veya en aza indirebilirler. Tabi bu oluşum kendi aralarında sırf ilmî, aklî ve nakli ölçülere dayanarak ve her şeyden önce müşterek kabuller ve prensiplerden hareketle sorunlara ve ihtilafı konulara çözüm bulmaya çalışacaklardır. Birbirlerini ikna edebilirlerse ne a’la, aksi taktirde yine de herkes kendi görüşünü korumakla birlikte aralarındaki kardeşlik ve dostluk bağlarını korumaya özen göstermeli ve ihtilâfî konularda birbirlerini mazur görmeye çalışmalıdırlar. Tabi ulemâ arasındaki bu samimî ve kardeşçe ilişkiler, ister istemez halk arasında da olumlu yansımalar bulacak ve düşmanlıklar, yerini kardeşçe ve dostça münasebetlere bırakacaktır. İnsaf sahibi her  Müslüman’ın düşlediği o günlerin bir an evvel gelip çatması  ümidiyle.

Soru 10

Sünnilerin bir hatası var; 12 İmâmlara, Şia’nın İmâmı diyorlar. Halbuki her Müslüman namazda Ehl-i Beyt’e salavât getirerek bilhassa 12 İmâma dua ediyorlar; haberleri yok. 12 İmâmlar her Müslüman’ın İmâmı. Bu şuuru risaleler veriyor; çoğu bilmiyor?

Cevap 10

Deseler ne fark eder?! Eğer mesele dilde söylemekle bitecekse, varsın söylesinler. Bir çokları bunu söylüyorlar bile. Ama fikri ve ameli hayatlarına baktığınızda o nur İmâmlarından hiçbir nişâne bulamazsınız. Keşke bir bu salavât meselesinin sırrını kavrayabilselerdi. Nereden icap etti acaba, her gün en az dokuz defa (sünnetleri saymazsak) Resulullah’la birlikte Ehl-i Beyti’ne de salavat getirmek?! Bunun, Ehl-i Beyt’in unutulmaması, daima ön planda tutulmaları, Müslümanların örnek ve önderleri konumunda bulunmalarını sağlayacak, onları her gün defalarca hatırlatacak İlâhî bir tedbirden başka bir izahı olabilir mi sizce?! Salavât konusundan söz açılmışken bir hususu da hatırlatıp öyle geçelim:

Sünnîler, Buharî de dahil bir çok kaynağında, Allah Resulü’nün kesik salavat getirmekten menettiği nakledilmiştir. Allah Resulü’ne: “Kesik salavat nedir?” diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Allahumme salli alâ Muhammed” deyip durursanız bu kesik salavat olur. Bu cümlenin ardından “..ve alâ Âl-i Muhammed” cümlesini de ekleyin. Yani Allah Resulü daima kendisiyle birlikte Ehl-i Beyti’ne de salavat getirilmesini ısrarla emrediyor. Bir bu hadisi, bir de bugün uygulanan şeklini dikkate alın. Göreceksiniz ki Resulullah’ın emrettiği yapılmamakla birlikte, emretmediği uygulanmaktadır.

Yani sadece “Allahumme salli alâ Seyyidinâ Muhammed” veya “Sallallahu aleyhi ve sellem” cümlesiyle yetiniliyor. Ya da Resulullah’ın söylemediği şeyler de ilave ediliyor.

Mesela “Allahumme sali alâ Seyyidinâ Muhammed’in ve alâ Alihi ve Sahbihi ve….” şeklinde söyleniyor ki hiçbir hadiste böyle bir ilaveye rastlayamazsınız. Bu tür çelişkilere bu kardeşlerimizin görüş veya uygulamalarında sık sık rastlamak mümkündür ki inşaallah yeri gelirse daha geniş şekilde ele alırız.

2 thoughts on “Soru ve Cevaplar

  • RESUL YİĞİT

    CEM EVLERİ NEDEN VARDIR.İBADET İÇİN Mİ ,YOKSA TOPLANTILAR İÇİN Mİ?
    Daha doğrusu Aleviler nerede tibadet yaparlar.Neden cem evlerinin ibadetyeri olmasını istiyorlar.?
    Camiden olan rahatsızlıkları nedir?Hz.Ali camide namaz kılmadımı?

    Yanıtla
  • Ahmet

    bakara suresi 134 ve 141. ayetlerindeki benzerlik anlatılmak istenen mesaj nedir

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.